Belgin Bıyıkoğlu: Savaş alanı mı daha kötü, cephe gerisinde olanlar mı?
Aytekin Karma
Belgin Bıyıkoğlu’nun son romanı ‘Zaman Geçer, Sesler Kalır’ geçtiğimiz günlerde Dayanak Yayınları’ndan çıktı. Bıyıkoğlu ile de keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
‘Zaman Geçti Sesler Kaldı’ nasıl ortaya çıktı? Yazım sürecindeki deneyimlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Yaklaşık yedi sekiz yıl önce arkadaşım Ahmet Acar, kasabamızın geçmişi hakkında hazırlayacağı kitaba benden dedem Çıkıkçı Eyüp hakkında bir yazı yazmamı istedi. Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de Nusret Mayın Gemisi’nde er olarak görev yaptığı sırada üç kardeşinin diğer üç cephede savaşırken şehit olduğunu çocukluğumdan beri bilmeme rağmen; Bu bilgiyi yazdığım an babamın babaannesi Sabite Hanım’ın acısını derinden hissettim. Bana göre babaannem neşeli bir hanımdı; Ud çaldığı, ud kullandığı, sözlerinin dinlendiği, yaşadığı dönemin çok ilerisinde olduğu söylenen bu güçlü hanımı bir hikâyeye ya da romanıma dahil etmeye karar verdim. . O dönemde 12 Eylül dönemini geride kalanların gözünden anlattığım on öyküden oluşan ilk öykü kitabım ‘Haydi Gülümse’yi yayına hazır hale getirdim. Güç meseleydi ve ülke olarak karışık günlerden geçiyorduk. O günlerde, sanki her şey kafamdan uçmuş gibiydi. Meğer önceden yazmak istediğim birkaç romanım varmış. Yazacak ve yazacaklarım sanırım bu kadar dedim.
Çardak’a annemi ziyarete gittiğimizde, orada oturan kuzenim, emlakçıların varlığından haberdar oldukları, babaannemizin babasından kalan bir arsanın varlığından söz edince çok heyecanlandım. O an bu topraklar Sabite Hanım’ın torunlarının maceraları ekseninde bize bırakmış olsaydı; Çevrenin ve kiranın dertlerini anlattığım bir roman yazmalı ve Sabite Hanım’ı günlükleri aracılığıyla romana dahil etmeliyim diye düşündüm. Kafamda geliştirdikten bir süre sonra yazmaya başladığımda; Sabite Hanım’la ilgili bölümlerin girilmesi hem romanın akışını bozar hem de o dönemin daha derinlemesine anlatılması gerektiğini düşündüm. Ben de o bölümleri ikinci romana bırakmaya karar verdim. ‘Dünya Dönüyor, Renkler Kalıyor’ kitapçılarda yerini alınca, başrolü Sabite Hanım’ın olduğu romanı ben şekillendirmeye başladım. Nasıl başlasam diye bir süre karar veremedim, sonra roman İkinci Dünya Savaşı’nda, Sabite Hanım’ın on yaşında olduğu bir dönemde yazıldı. Abdülhamid dönemine denk gelen dönemden başlayıp, Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra bitmesine karar verdim. Daha sonra karakter yaratmaktan, her karakterin doğum ve ölüm yıllarını belirlemekten, okunacak kitapların listesini oluşturup okumaktan, not almaktan, olay akışlarını düzenlemekten bahsederken Kars Ani’ye geldiğimde yazmaya başladım. Geçen yıl Mayıs ayında Harabeler.
Kitap 1887-1923 yılının ortalarında geçiyor. Yazmadan önce yaptığınız tarihsel araştırmalardan bahseder misiniz?
Daha önce o dönemle ilgili birçok kitap okumuştum. Aslında yararlandığım kitaplarda bahsettiğimden daha fazla kitap okudum. Kitapları ve makaleleri okumak, notları çıkarmak ve ardından bu notları tasnif etmek ve sıraya koymak yaklaşık altı ay sürdü. 1915-1920 yılları arasında Çardak, Lâpseki ve Çanakkale’de yaşanan olayları anlatmak için Hüseyin Arabacı’nın ‘Arşiv Belgelerinde Lâpseki’ kitabından çok yararlandım. Tam olarak emin olmadığım bilgileri yazmamaya çalıştım. Romana pek hizmet etmediğine inandığım bazı olayları dahil etmedim. Bilgilerin bir kısmı, yakınlarımın büyüklerinden duydukları, birkaç farklı kaynaktan teyit etmeye çalıştığım bilgilerdi. Bazılarını küçükken anneannemden duymuştum.
BİRBİRİNİ TAMAMLAYAN İKİ KİTAP
‘Zaman Geçer, Sesler Kalır’, ‘Dünya Dönüyor, Renkler Kalıyor’un devamı mı? İki kitap arasında nasıl bir etkileşim var?
İki kitap arasında etkileşim, hatta bağlantı vardır. Birbirini tamamlayan iki kitap desem daha doğru olur sanırım. Sabite Hanım ‘Dünya Dönüyor Renkler Kalıyor’da varlığını zaman zaman hissettiğimiz, artık hayatta olmayan bir karakterken, ‘Zaman Geçer Sesler Kalır’ın baş kahramanıdır. Her iki roman da aynı coğrafyada geçen romanlardır. Kasım 2015 ile Haziran 2016 ortası arasında, ‘Dünya Dönen Renkler Kalıyor’ bugün geçiyor; ‘Zaman Geçer, Sesler Kalır’, 1887 Ağustos’unda Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlar ve 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle kısa sürede sona erer. Bugünden geçmişe apaçık bir yolculuk vardır. Dünya Dönüyor Renkler Kalıyor adlı romanımda Sabite Hanım’ın ‘Zaman Geçer Sesler Kalır’da hayalini kurduğu hayatın yaşandığını görüyoruz.
Sabite, Zehra ve Fedora… ‘Zaman Geçer, Sesler Kalır’ Osmanlı’nın son yıllarına kadınların gözünden bakan bir kitap diyebilir miyiz?
içlerine koca bir dünya sığdıran; Erkeklerle yan yana durmak, her zaman paylaşmak ve yaşanabilir bir dünya üretmek isteyen kadınların gözünden o günlere bakan bir kitap diyebiliriz.
Bahsettiğiniz dönem savaşların ve yıkımların çok yaşandığı bir dönem ama siz daha çok cephe gerisi ile ilgileniyorsunuz. Savaş döneminde cephe gerisinde yaşananlar hakkında neler söylemek istersiniz?
Romanın bir yerinde Sabite, “Hiçbir savaş savaş alanıyla sınırlı kalmadı. Açlık, kıtlık ve salgın hastalıkların yanı sıra insanlar da yerlerini terk etmek ve bilinmeyene doğru bir yolculuğa çıkmak zorunda kaldı” diyor. Buna savaşta kaybedilen babaların, kocaların, oğulların, eşlerin ve aşıkların olağan acısını da ekleyin.
Cephede kaybedilen her can sadece bir can değildir. Hayata olan inancını yitirmiş, travma geçirmiş, yaralanmış, hasretten kavrulmuş nice insan var. Anneler, babalar, kardeşler, nişanlılar, sevgililer, dostlar ve hep bir yanı eksik olacak çocuklar… Ayrıca kol kuvveti, özellikle roman döneminde çok pahalıdır. Toprağın işlenmesi gibi hayati konularda kolları ve kanatları kırılan yaşlı erkekler ve kadınlar, bunları gereği gibi yapamaz ve kıtlık başlar. Bombalar sadece savaş alanlarını değil, Çanakkale Savaşları’nda olduğu gibi şehirleri de bombalıyor. Siviller ölüyor, endişe yayılıyor, barınma yaşanmaz hale geliyor, göç başlıyor. Kucağınızdaki bebekle birlikte köklerinizi, anılarınızı, sahip olduklarınızı bırakıp bilmediğiniz yollara çıkmanın diğer adıdır. Savaş alanı mı daha kötü yoksa cephe gerisinde neler oluyor? Bu sorunun cevabı çok geniş, çok derin. Toprağımızı korumak için kendilerini feda eden büyüklerimi anarken ‘Haydi Gülümse’ adlı hikaye kitabımda olduğu gibi savaşın kötülüğünü geride kalanların gözünden anlatmak istedim.
‘ÖZNE OLMAK HİZMET ETMEK DEMEKTİR’
“Saltanat bu memleketten çıkmadıkça, kulluk kalkmadıkça, esaret kalkmadıkça sevincimiz geri gelmez” diyor Sabite Hanım bir yerde. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Sabite Hanım’ın bu sözü söylediği sırada saltanat hâlâ hüküm sürüyor ve halk tebaa durumundaydı. Tebaa olmak, hizmet etmek demektir. Söz hakkının olmaması, halkın iradesinin değil, padişahın sözünün geçmesi demektir. En ufak bir eleştiride kafasının kesilmesi ya da zindana atılması, makul bir grubun debdebeye boğulurken halkın zar zor karnını doyurması demektir. Ancak saltanat içinde çok küçük bir grup uygun bir yaşam sürdürebilir, eğitim alma hakkını, istediği işi yapma hakkını elde edebilir. İnsanlara kalan vatan olarak sahip oldukları ama üzerinde söz haklarının olmadığı topraklar için ölmektir. Bu durumda mutluluktan bahsetmek zor. Sabite Hanım okuduğu kitaplardan ve babasıyla yaptığı sohbetlerden başta Fransa olmak üzere Avrupa’daki gelişmelerden haberdardır. Kadın açısından baktığımızda şu an orada kadınlara bazı hakların verilmediğini görüyoruz. Ancak kadın, Osmanlı İmparatorluğu’ndakinden daha özgürdür. Ancak Sabite Hanım’ın hayalleri, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra gerçekleşir. O ülkeyi yakıp kül eden, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde; Silah arkadaşları, bir avuç aydın ve kamuoyunun desteğiyle kısa sürede ekonomik olarak toparlanırken, insanların özgürce yaşaması için düzenlemeler yapılmış ve kadınlara erkeklerle eşit haklar tanınmıştır. Eğitim hakkı yaygınlaşmış ve kadınlar toplumdaki yerlerini almaya başlamıştır. Türk kadını, Fransız kadınından çok önce; 1930’da belediye seçimlerine katılma, ardından 5 Aralık 1934’te milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etti. Bize göre; Eşit bireyler olarak insanca yaşama hakkını ve eğitim imkânını Cumhuriyet vermiştir.
Günümüz romanıyla ilgili beğeni ve eleştirilerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Günümüzde pek çok uygun roman yazarı var. Ne yazık ki bazen iyi bir roman okuruna ulaşamadan kenarda kalabiliyor ya da yeterince tanınmadığı ama yeterince tanıtılamadığı için ulaştığı okur sayısı sınırlı olabiliyor. Bazen güzel olmayan işler abartılarak medyadaki reklamlarla önümüze konuluyor. Ne yazık ki kapitalist sistem her alanda olduğu gibi bu alanda da kendini gösteriyor. Bunun dışında birçok farklı roman türünün ülkemizde yaygınlaşmasını gençlere okuma alışkanlığı kazandırması açısından pahalı bulsam da klasik romanın daha da gelişerek varlığını savunmasını temenni ediyorum. Klasiklerle büyüdük, insanı ve insani maliyetleri orada öğrendik. Macera romanları, bilimkurgu, fantastik edebiyat ve polisiye romanları da severim ama cinsiyet ayrımı gözetmeksizin romanların toplum tarafından hafife alınmaması gerektiğini söyleyenlerdenim. Edebi çalışmalar; Güzel Türkçemizle hatasız, noktalama işaretlerine dikkat edilerek yazılması gerektiğini düşünüyorum.
Son zamanlarda ne yapıyorsun? Bizim için sofranızda neler var?
‘Zaman Geçer, Sesler Kalır’ yayınlanalı daha kısa zaman oldu. Onunla ilgili röportajlar var. Kitap kulüplerinin ‘Dünya Dönüyor, Renkler Kalıyor’ konulu söyleşi etkinlikleri devam ediyor. Katılmam gereken toplantılar var ve kafamda henüz adını koyamadığım, tam olarak şekillendiremediğim bir roman dönüyor. Bir keresinde bir arkadaşım, “Yazar olmanın en kötü yanı, istediğim gibi okuyamamak” demişti. Şimdi ona daha çok güveniyorum. Ayrıca hayatta bir yazarım. Evde eşim ve iki yetişkin çocuğumla yaşıyorum, yılların biriktirdiği arkadaşlarla görüşmeye devam ediyoruz, ayrıca yeni arkadaşlarla da tanışıyorum ve sosyal medyayı oldukça sık kullanıyorum. Bu telaş içinde okumaya istediğim kadar vakit ayıramıyorum. Gelecek ayı birikmiş okumalara adamak istiyorum.
Okumaya devam ettiklerim;
Edebiyat Mutluluktur – Zülfü Livaneli
General Uçtu – Mehmet Vakit Saçlıoğlu
Okunacak;
Ülker Fırtına – Safiye Erol
Yükseklerde, Uzaklarda – İnci Aral
Resimdeki Hanım – Asuman Kafaoğlu Büke
Yıllar – Annie Ernaux
Bir Yılın Kış Gününde Öğleden Sonra – Marguerite Duras
Efsun – Selahattin Demirtaş